3 Ekim 2015 Cumartesi

İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit (Kitap)

    Kitaplar kuşkusuz iyi ki hayatta var dediğiniz bilgi kaynaklarıdır. Kimisi inancınızı anlatır, kimisi ilimi anlatır, kimisi bir hikayeyi anlatır. Kitaplar herkesin ilgisini çeken şeylerdir. Bana sorarsanız benim için de aynı şey geçerlidir. Yolda yürürken bir kitapçı gördüğümde mıknatıs gibi çekilirim oraya. Kitap almasam bile kitaplarla dolu rafların arasında gezmekten haz duyarım. Almak için gidiyorsam daha da bir mutlu olurum (: Kitapların kokusunu içime çekmeyi çok severim. Hangi tür kitapları seversiniz diye soracak olursanız; özellikle polisiye romanları çok severim. Ama bu zamana kadar hep yabancı yazarların kitaplarını okumayı tercih ediyordum. Ta ki Ahmet Ümit'i keşfedinceye kadar... Aslında bu, polisiye romanları sevmeme rağmen yeterince ilgi göstermeyip bu tür roman yazan yazarları araştırmayarak birkaç yazarla sınırlı kalmamın bir göstergesidir. Daha genel bir söylemle; kitap okumayı çok severim ama daha 100 Temel Eseri bitirmemişimdir (: Belirttiğim gibi henüz çok iyi bir bilgi birikimim yok kitaplarla ilgili. Konumuza dönecek olursak, geçenlerde yeni bir kitaba başlamak istediğimden Google'da "kitap önerileri" diye arama yapıp biraz araştırma yapmıştım. O kadar önerinin içinden Ahmet Ümit ismi bana sempatik gelmişti ve hemen araştırmaya koyulmuştum. En sevilen kitaplarına bakmıştım. Polisiye yazdığını öğrenince daha mutlu olmuştum. Hemen koşup Beyoğlu Rapsodisi'ni satın aldım. Aynı zamanda kendisinin okuduğum ilk kitabıdır. Kuşkusuz kitabı akıcı ve mükemmeldi. Bu yüzden kitabı bitirmem çok uzun sürmemişti. Aradan çok bir vakit geçmeden İstanbul Hatırası'nı da aldım. Ahmet Ümit'in en iyi kitaplarından biridir. Kitabı şu an bitirdim ve bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim. O kadar çok etkilendim ki burada kelimelerle ifade edemem. Bunca zaman sadece yabancı yazarlarla sınırlı kaldığım için kendimi suçluyorum. Tamam diğer okuduklarım da usta ellerden çıkmış kitaplar ama kendi ülkemin yazarlarına neden bir şans verip okumamıştım? İlla ki Türk yazarların kitaplarını okudum ancak bunların sayısı aklımda kalacak kadardır. İstanbul Hatırası'na dönecek olursak, hayatımda okuduğum en iyi romanlardan biriydi. Sanırım yaklaşık 560 sayfalık bir kitaptır ve sadece 3 günde bitirdim. Kitabı elimden bırakamadım desem yalan olmaz. Aksiyon, polisiye, gizem, dram, aşk.. İçinde ne ararsanız var kitabın. Ahmet Ümit yine ustalığıyla kitabın sonuna kadar katilin/katillerin kim olduğunu anlamama izin vermedi. Kitabın sonunda yaşadığım şok aslında ne kadar iyi bir kitap olduğunun kanıtıydı. Hele en sonunda bir metin vardır ki duygulanmamak elde değil. O yazıyı da yazımın sonuna koyacağım. Kitabı henüz okumadıysanız alt kısmı okumamanızı şiddetle tavsiye ederim. Kitabı okuyanlar zaten anladılar ne demek istediğimi. Bu yazıyı çok etkilendiğim için yazmak istedim. Mutlaka bu kitabı okuyun istiyorum. Böyle etkilendiğim kitaplar oldukça bu tür yazıları hep yazacağım. Bu arada bayağıdır bloğuma girmediğimi fark ettim. Tabii bunu benden başka kimse fark etmedi sanırım (: Son olarak kitap okuyun. Kitapları sevin. Film izlemekten çok daha güzel bir şey bence kitap okumak.. Filmde size ne gösterilirse onu izlersiniz. Ama kitabı okurken karakterleri, olayları kendi fikrinize göre şekillendirirsiniz. Yani kendi filminizi kendiniz çekersiniz. Kurguyu, replikleri yazar hazırlar ama filmin yönetmeni siz olursunuz. Bol bol kitap okumaya özen gösterin. Hadi sağlıcakla kalın.


"Şehre bakıyorduk denizden: Nevzat, Demir, bir de ben. Sisler içindeydi İstanbul... Sisler içinde deniz... Sisler içinde teknemiz. Sultanahmet'in minareleriydi görülen, Ayasofya'nın kubbesi, Topkapı Sarayı'nın kuleleri. Hiç yağmalanmamış, yıkılmamış, kirletilmemiş gibiydi şehir. Bembeyaz bir sisle örtmüştü doğa, ne varsa görüntüyü çirkinleştiren. Güneş doğmadan bir anlığına beliren bir hayal gibi... Büyülü bir bulut gibi... Bir masal imgesi gibi... Yeni kurulmuş bir kent gibi... Taze bir başlangıç gibi... Genç, umutlu, güzel...
Şehre bakıyorduk denizden... Çocukluğumuza bakıyorduk; Balat sokaklarında çığlık çığlığa... Haliç'in sularında kulaç kulaca... Komşu mahallelerin çocuklarıyla yumruk yumruğa... Papazın bahçesinden çalınan erikler, Anemas Zindanı'nda aranan hazine, Tekfur Sarayı'ndaki hayalet, Patrikhane'deki İsa Peygamber, Süleymaniye'de bayram namazı, ayazmadaki kutsal su, yatırlarda uyuyan sahabeler; denizden çıkarılan haç... Eyüp'teki mezarlar. Dar sokaklara yayılan yemek kokuları... Birbirinin külüne muhtaç komşular...
Şehre bakıyorduk denizden. Handan'a bakıyorduk... Siyah önlükler içindeki o çırpı bacaklı kıza. Bizden önce tahtaya kalkan parmak. Bir türlü bitmek bilmeyen ev ödevleri. Öğretmenin yüzümüzde patlayan tokadı. Sisler arasında kalmış anılarımız... Balat'ın dar sokaklarında yürüyen, dört mektepli çocuk... Aşkın bozamadığı dostluk... Demir'in cesareti, Nevzat'ın vicdanı, benim şiirlerim... Handan'ın güzelliği... Handan'a bakıyorduk, sisler arasından uyanan İstanbul gibi buğulu gözlerine.
Şehre bakıyorduk denizden. Nevzat'ın şiir düşkünü babasına, tarihe meraklı annesine... Güzide'ye bakıyorduk. Nevzat'ın karısına... Kızına bakıyorduk, Aysun'a... Aysun'un yarıda kalmış sevincine... Demir'in annesine deli gibi âşık babasına bakıyorduk, alzheimer hastası karısına.. Adı hüzün olan o atmacaya... İki kadeh attı mı, şahane şarkılar söyleyen babama bakıyorduk, her zaman sevecen, her zaman sevgi dolu anneme... Ve Handan'a bakıyorduk sık sık... Hepimizin âşık olduğu kıza... Benim karıma... Onun gerçekleşmemiş hayallerine... Oğlum Umut'a... Umut'un yarıda kalmış sevincine...
İstanbul'a bakıyorduk denizden: Nevzat, Demir, bir de ben. Doğanın yarattığı şiire... Günümüz insanının yarattığı garabete... Gökdelenlere bakıyorduk, şehrin kalbine çakılmış beton hançerler gibi hayasızca karşımızda dikilen... Köprülere bakıyorduk, denizin bileklerine bukağı gibi geçirilen... Boş alanlara bakıyorduk, her saat, her dakika, her an adım adım küçülen... Ormanlara bakıyorduk, ağaç ağaç, çalı çalı, çiçek çiçek talan edilen... İnsanlara bakıyorduk, fedakârlığını yitirmiş, sevincini yitirmiş, sevgisini yitirmiş, umudunu yitirmiş, onurunu yitirmiş... Kendini yitirmiş... Zavallı bir topluluk, başarıyı mutluluk zanneden...
İstanbul'a bakıyorduk denizden: Nevzat, Demir, bir de ben. Ölülerimizin yüzlerine bakıyorduk... Onların gözlerindeki kendi kederimize. Çaresizliğimize bakıyorduk, avuçlarımızda büyüyen zavallılığa, kanımızda filizlenen korkaklığa... Elimizden alınan hayata bakıyorduk... Güneşli günlerimize, umut dolu sabahlara, eğlenceli bahar akşamlarına... Sönen anılarımıza bakıyorduk, ölen hayallerimize, yıkılan düşlerimize... Sönen anılarımızı, ölen hayallerimizi, yıkılan düşlerimizi yüklenip yorgun bir şilep gibi bizden uzaklaşan şehrimize... Şehrimizle birlikte yitirdiğimiz kendimize bakıyorduk....
İstanbul'a bakıyorduk denizden. Kral Byzas'ın efsanevi ülkesine, Konstantin'in imparatorluk başkentine, II. Teodosius'un taştan bir gerdanlığı andıran surlarına, Jüstinyen'in benzersiz Ayasofyası'na, Fatih'in cihanı yönettiği Topkapı Sarayı'na, Kanuni'nin muhteşem Süleymaniye'sine... Hükümdarlara bakıyorduk, büyük komutanlara bakıyorduk, soylu vatandaşlara, kölelere, devşirmelere... Kadınlara bakıyorduk... Pulheriya'ya, Teodora'ya, Hürrem Sultan'a... Kahramanlığa bakıyorduk, korkaklığa, yaratıcılığa, yıkıcılığa, zekâya, aptallığa, şefkate, acımasızlığa... Bir şehrin görüntüsünde bütün bir insanlığın serüvenine bakıyorduk denizden.
İstanbul'a bakıyorduk denizden... Forumlara, sütunlara, heykellere, tanrılara, tapınaklara, kiliselere, camilere, saraylara, kasırlara, sarnıçlara, çeşmelere, sebillere, türbelere, medreselere, aşevlerine, kayıkhanelere, iskelelere, istasyonlara, üniversitelere, yalılara, konaklara, unutulmuş ahşap evlere, çürüyen kâgir binalara... Kıyıya inen dar patikalara, geniş bulvarlara, binaların kuşattığı çocuk parklarına... Ve aklıyla, emeğiyle, inceliğiyle bu şehri kuran ustalara... Ustaların ustasına Mimar Sinan'a...
İstanbul'a bakıyorduk denizden. Bizim İstanbulumuza, çalınmış hayallerin şehrine... Talan edilen anıların başkentine... Yağmalanmış mutlulukların payitahtına... Kırılmış umutların kalesine... Kederlerin kraliçesine... Zorbalığın ele geçirdiği güzelliğe... Sinsiliğin bayrak diktiği zarafete... Açgözlülüğün işgal ettiği berekete... Kendi kanımızı sunmaktan başka çaremiz kalmayan şehrimize; sokağımıza, bahçemize, evimize, mezarımıza...
İstanbul'a bakıyorduk denizden: Nevzat, Demir, bir de ben. Sisler içindeydi İstanbul..."

0 yorum:

Yorum Gönder

 
;