16 Şubat 2013 Cumartesi

Angutyus'tan Mesaj 2

   
    Daha önce Bir Apaçi Masalı'ndan bir alıntıyı sizlerle paylaşmıştım. Bugün Bir Apaçi Masalı 2'den bir alıntı yapmak istiyorum. Angutyus ilk kitabında yarım bıraktığı öyküsüne devam ederken, bize hayatın tatlı,ekşi,acı yanlarını bir bir önümüze sunarken araya da kendi iç dünyasındaki düşüncelerini sıkıştırmış. Hikayesi yaşadıklarını olduğu gibi yansıtıyor ve acayip derecede akıcı. Alıntı yapacağım kısımdan ben şahsen çok şey çıkardım.  Sizlerle de paylaşmak istiyorum. Umarım siz de hayatınızdan bir şeyler bulursunuz. 


...
Küllenen acım yeniden alev almıştı. Daha önce tatmadığım, içimi sızlatan bir acı. Sessizliğin tecavüzüne uğrarken Sara Jane'in hayalini karşıma koyup onunla dertleştim. Saatlerce. Boktan bir melodi dolanmış dilime, yine boktan bir sahne canlanıyor gözümde. Hiç yaşamadığım sahneler. Kafamda uydurduğum mutlu sahneler.
    Böyle gecelerde bir kabullenmişlik başlıyordu, sonra bir teslimiyet başlıyordu içlendikçe. Küsüyordum kendi kendime, ardından bahaneler yaratıyordum. Hak veriyordum kendime. İç dünyamda hayali bir düşmanla çarpışıyordum saatlerce. Kolum kanadım kırık bir kul gibi hissediyordum.
    Canım acıyordu ve bu acıdan keyif alıyordum sanki. Bahanelerim de bitmişti artık. Gururum zaten çoktan yerlerde sürünüyordu. Ondan nefret ediyor, kinimi hayali yüzüne, bedenine kusuyordum. Ama sonra mutluluklar diliyordum ona. O mutlu olsun, bana da kapak olsun diye devam ediyordu kavgam. Bir duble daha aldıktan sonra...
    Acıyordu tekrar. Acı bir süre sonra yerini tiksinmeye bırakıyordu. Hem kendimden hem ondan hem de bu hastalıklı halimden, takıntımdan tiksiniyordum.
    Yerlerde dolaşan, çiğnene çiğnene paçavraya dönen gururumu düşünüyordum. Gururumu bohça yapıp tezgaha koymasına koyuyordum ama hemen yine bir tiksinti başlıyordu içimde. Tiksintimden kurtulmak istiyor, farkına varmaksızın hiç yaşamadığım anlara sarılıyordum. O hiçbir zaman benim olmayan güzel hatıralar bile geçiremiyordu tiksintimi.
    Korkuyordum. Kendimle yüzleşemiyor, kendime itiraf edemiyordum. Canım yanıyordu. Oysa galip çıkmıştım o kahpe savaştan. Oysa ben haklıydım. Oysa ben kazanmıştım. Ama işte bunların bir önemi yoktu, neticede kendimden tiksiniyordum işte.
    Sonra o boş odada günler geçtikçe takıntılarım iyice arttı. Toz için bedenini, ruhunu satan eroinmanlar gibi Sara Jane'in hayaliyle buluşma seansları yaşıyordum.
    Zevk almak için değil, içimi yakan terk edilmişlik ve çaresizliği susturmak için kendime yalanlar söylüyordum. Bir umut arıyordum, sadece küçücük bir umut. Bir tutunacak dal. Denizde bir yılan, sarılmak için. Ve kısırdöngü tekrar başlıyordu. Aynı soruları soruyordum kendime. "Keşke" diyordum, "belki" diyordum. Olsaydı, yapsaydı, olabilir miydi? "Neden olmadı?" diye soramıyordum. Cevaplar karşımdaydı da kabullenemiyordum sadece.
    Kurduğum hayaller biraz rahatlatıyordu, bir parça olsun dindiriyordu içimdeki acıyı. Uyuşturucu ya da alkolün verdiği geçici bir rahatlama gibi. Tiksinerek ve teslimiyetin dibine vurduğumda çektiğim acıya katlanarak. Artıyordu ama acı ve canımı çok pis yakıyordu. "Keşke ,belki,olsaydı,yapsaydı,olabilir miydi?"
    "Biz" olmuyordu artık cevaplar. "Biz" hiç olmamıştık ki. Ya "ben" oluyordu, ya "sen" oluyordu. Asla "biz" olmamıştı. Bir adım uzağımda "o" vardı artık.
    Gecenin sonunda sızarken sorularıma yalan cevaplar buluyordum. Her şey tatlıya bağlanıyordu. Yaralı bir köpek gibi umudu arıyordum. Yalarsın bir kuytu köşede yaralarını. Sesin çıkmaz. İnlersin sadece. Yaralı bir köpek gibi. Korkarsın, inlerken bile. Seni o kuytu köşende tekrar bulacaklar ve canını yakacaklar sanırsın. Yalarsın yaralarını, sağlam bir kavgadan çıkmış zavallı bir sokak köpeği gibi. Takatin yoktur ama sorarsın kendine bir daha.
    Bir sevdayla başlamıştır, ama o artık bir düşmana dönüşmüştür. Farkında bile değilsindir ama düşmandır artık o. Ona nasıl daha fazla acı çektirebilirim diye düşünürsün. Kendine acıdıkça ondan nefret edersin. Kendinden tiksindikçe ona saygı duyarsın. Kesin ve net bir bozgun olur.
    Sokak köpeği gibi inlemeye devam edersin. Bir umut. Sadece bir umut. Gerisi pek de önemli değil aslında. Sadece bir umut. Canın yanar. Dost kalmışsınızdır. İşte eskimeyen iki dost. Karşılaşırsınız bu bozgunlardan sonra. Bakarsınız birbirinize. İtiraf edemezsin, itiraf edemez. Korkarsın tekrar yara almaktan. Sormaya korkarsın. Alacağın cevap paranoyak dünyanda verdiğin cevaplarla uyuşmazsa daha şiddetli bir yıkım olacağından eminsindir. Korkarsın, korktukça hırçınlaşırsın. Kendinle yüzleşmekten korkarsın. Kendi kendine söylediğin ve delicesine inandığın, bozguna uğramış dünyanda seni ayakta tutan, tek dayanağın olan yalanlarının yalan olduğunu bilmekten korkarsın. Acıtır. Çok acıtır. Birden bir Anka kuşu olur gözünde. Bir efsane olur. Ulaşılması imkansız engellerin ardında takıntı başlamıştır. Kalbinin bir köşesinde hep acıyan ve için için kanayan bir yaraya dönüşür. Masallardaki Anka kuşu gibi olur o. Olmayan renkli tüylerini hayal edersin. Daha önce hiç dikkat etmediğin güzellikleri gelir gözünün önüne.Kokusu ulaşır burnuna. Bir adım ötededir. Ama çoktan bir Anka kuşu olmuştur. Bakarsın ardından. Göremezsin. Kendi kendine yarattığın engellerin, duvarların arkasındadır. Bakmaya korkarsın. Acıtır. Hiç ummadığınız bir zamanda karşınıza çıkar. Umarsızca. Sol böbreğinize yumruk yemiş gibi olursunuz. O hayallerinizde yaşattığınız Anka kuşu çıkmıştır önünüze. Canınız yanar. O ince sızı korlanır, harlanır. Gülümsemeye çalışırsınız. En önemlisi dik durmaya. Zaten sizi bu günler için ayakta tutan, çift su verilmiş kılıç gibi sertleştiren o omuriliğiniz değil mi? O ayakta tutan kemikler daha bir sıklaşır. Daha bir dik durursunuz. Vakur ve dimdik bir zafer sonrası yerde can çekişen yaralılara ve cesetlere bakar gibi bakarsın.
    Vakur ve dimdik. Taviz vermez, incelersin. Uzayan ya da kısalan saçlarına bakarsın. Kokusunu içinde hissetmek için sokulmak istersin. Bir yılanın soğukluğu ve iğrenç kokusunu algılar beş duyun. Acıtır. Elini sıkarsın. Buz gibi. Kaygan, iğren. ve yosun kokan çürümüş bir bataklık çiçeği gelir avuçlarına.
    O acı dolu günlerinin ve gecelerinin renkli Anka kuşu elinde bir bataklık çiçeğine dönmüştür. Senden beslendiğini fark edersin.
    Gerçek artık yavaş yavaş sıyrılır o puslu sahnelerden. Ortada aşk yoktur. Sadece birbirini acıtmak için, birbirinin canını daha çok yakmak için bekleyen iki yaratık vardır.
    Bir daha bakarsın yüzüne, ona hissettirmemeye çalışarak. Omurilik devreye girer. Burnundaki o kemik ayaklanır. Daha vakur, daha dik durmaya çalışırsın. Bir ter damlası aktığını sanırsın şakaklarından. Bir kan damlası hissedersin beyninin tam ortasında. Ve bir irin seli akar kalbine doğru. Acıtır. Ve o acımtırak irin kokusu gelir ardından. Sanki yanık kokusu gibi olur. Bir bakış yakalarsın ardından. Sinsi bir bakış. Alaycı. Ömrünün sonuna kadar o sahne gitmez gözünün önünden. Zehirli diliyle seni zehirlemeye çalışan bir çıyan görürsün. O sahne hiçbir zaman gitmez. O bakış hiçbir zaman kaybolmaz. Zaten hiç var olmayan, kendi yarattığın Anka kuşuna veda vaktidir bu. Acılar silinir.
    Kurumuş yüreğinde bir daha yeşermeyeceğine inandığın umudun yeniden filizlendiğini duyar, yaşama tutunursun.
    Tam gözlerinin içine son bir defa bakarsın. Günler sonra kendine çektirdiğin acıların esaretinden kurtulma vaktidir bu. Hesapları ödeme vaktidir. Gülümsersin. Artık acımaz. Bir tecrübe edinmişsindir. Ama o sinsi, alaycı bakış hiçbir zaman gitmez gözünden. Yüreğinde bir ince sızı kalır. Hep bir köşede yanar için. Kabuk bağlamaz. Acı vermez.
    O bakış var ya, o son bakış. Hani o kaypak, sinsi, adi, yılansı bakış. O yaranın üzerindeki mühür olmuştur. O yaranın üzerinde kalır bir ömür. O mührü kaldırmaya kıyamazsın, orada kalır. En insancıl duygularından beslenen bir asalak, bir parazit, iliğini kemiğini kurutan bir kene gibi yapışır kalır. O yara ve mühür senin parçandır artık. Her yenilginde sığınacağın kuytu köşendir. Kimseleri sokmazsın o kuytu ,karanlık köşeye. Hayatın her tokadında, feleğin her çelmesinde, her yıkımda, her bozgunda buluşursun o yara ile. Bir ayin yaparcasına, kendinden geçercesine, benliğini son ayar zorlarcasına buluşursun o yarayla ve o yaranın sebepleriyle. Her tokattan, her çelmeden sonra içini anlamsız bir heyecan kaplar. Buluşma vakti gelmiştir o içinde taşıdığın yılanla. Sığınaktır artık. Mabedindir. Dokunulmazındır. Tek dayanağındır. Tek tutunduğun dalın, tek nefretin, tek beklentin, tek muradın. Aslında ne dostun ne de düşmanındır. Bir kara gölge kalmıştır geriye. Görmen gereken gerçekleri perdeleyen. Seni kendisine hapseden kapkara bir gölge. Elbet kolay değildir. Bir gölgeyle çarpışmak, savaşmak. Bu deli eder adamı. Eski aşk farklı kalıplarda bir gölge olarak çıkar karşına. Bir sızı. Kanayan. Yara kabuk bağlar ama bir zaman sonra.Sadece kabuk bağlar. Ne bir adım ileri ne bir adım geri; öylece kalır. Sanki sana ait olmayan ama hep taşımak zorunda olduğun bir parazit gibi kalır. İrinlerin, kokuşmuşluğun ve dibe vurmuşluğun ağır kokusu gelir.
    Dibe vurmanın sınırı da yok ki. Dibe vurmanın bir açıklaması da yok. Her daim bu bilinmezlik, bu açıklanamayan mantıksızlıklarla boğuşursun. İnsanoğluna Tanrı iki büyük bela vermiş: Açlık ve hırs. Hep uğraşalım, hep acı çekelim, hep birbirimizi köreltelim. Açlığın çaresi var bir şekilde; ama hırsın ve tatminsizliğin yok işte.
    Gönül işleri de böyle. Ne sınırı var ne açıklaması. Sınırları olmayan. Açıklaması olmayan
    Devamı gelmeyen. Arkasında durulmayan, önüne geçilmeyen.
    Acıtır. Sinsice ve derinden. Tatminsizliklerle başa çıkmak çok zor. Bedenin açlığı bir şekilde gideriliyor da, ruhunuzun açlığının hiçbir çaresi yok işte. Genlerden gelen bir boşluk bu. Kişinin kendisine biçtiği bir bedel sanırım. Her şeyin bir bedeli var ya; hayatın bize sunduğu güzelliklerin de bedeli bu olsa gerek. Tatminsizlik. Hep fazlasını istemek. Daha çoğunu... Biz elde ettikçe yeni hedefler koyuyoruz önümüze,yeni misyonlar yükleniyoruz. Ve acı çekiyoruz.
    O içimizdeki tatminsizlik denilen boşluk kemiriyor bizi. Farkına vardığımızda çoktan iş işten geçmiş oluyor. Dönüp baktığımızda arkamızda bir boşluk görüyoruz.
    Padişah ölüm döşeğinde; ölecek koca sultan. Çaresi yok. Hekimbaşı korkuyor söylemeye, kem küm ediyor. En sonunda patlıyor koca sultan.
"Söyle nedir derdim. Var mı dermanı?"
"Öleceksiniz sultanım..."
Sultan derin derin bakıyor.
"Bu dünyada ölüm olduğunu bileydim taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmazdım."
    Hepimiz böyle değil miyiz zaten. Ne yaparsak yapalım dönüp baktığımızda ardımızda hep pişmanlıklar. Koskoca bir boşluk. Hayatın muhasebesi. Feleğin bize biçtiği bir görev bu: tüm eski aşklarımızla arkadaş kalmak zorunda olmamız. Ama bilmiyoruz ki; gururlu, şerefli bir aşk bittiğinde arkadaş kalmak gibi kararlar almaya ihtiyaç duymayız. Her hastalıklı, sağlıksız ve karşısındakini sömürmeye odaklı ilişkinin sonu "arkadaş kalalım" diye biter ama daha çok boka saplanır.
    Aşk bir hormon patlaması değil ve sadece karşı cinse duyulmaz; bir bayrağa, bir hayvana, bir kitaba, bir görüntüye, bir melodiye, bir tabloya da aşık olur insanoğlu. Sonra alışkanlıklar başlar. Ama hiçbir zaman bir parçan olmaz. Sonuçta insanoğlu doyumsuz.
    O karanlık köşede yanıyor yaralar. Teselliyi başka aşklarda arıyorsun. Ya da aradığını sanıyorsun. Ne aradığını da bilmiyorsun. Karanlık bir boşluk. Acıtıyor. İşte böyle dengesizlikler, böyle açlıklar, böyle tatminsizliklerin sonunda o eski aşkın bıraktığı derin yaraya koşuyoruz. Eski aşkımız artık bir dostumuz değil. Kara bir gölge. Ve gururla mühürlenmiş bir yara. Ona sarılıyoruz. O pis koku her zaman geliyor burnumuza. İrin kokusu, aldatılmışlık, reddedilmişlik.
    Aslında ilacı var, ego tatmini. Eski aşkımız bize gelip yalvarsa, duymak istemediklerimizi söylese, kendimize biçtiğimiz o zafer kazanmış komutan payesini verse o yara bir parça olsun rahatlayacak da olmuyor işte. Ego tatmini. Ego tatmini. Aslında tüm soruların cevabı. İkili ilişkilerin mutluluk anahtarı. Ayrılıkların tek ilacı. Birlikteliklerin en sağlam tutkalı. Ego tatmini. Egonuzu tatmin ettikçe mutlusunuz aslında. Egolarımız bir parça sallanınca bir kırıklık başlıyor . Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk saflığında kırılıyor kalbimiz. Kişiye göre değişiyor tepki; kişinin altyapısına göre farklılıklar gösteriyor. Yıkımlar da o derece şiddetleniyor. Karşınızdaki ne kadar egonuzu tatmin ederse o kadar barışık oluyoruz hayat denilen gerçek mi yoksa bir hayal mi olduğu belli olmayan ve üzerine durmadan anlamlar yüklediğimiz döngüye.
    Egolarımız bizi ayakta tutuyor. En mütevazımız bile, bu kadar alçakgönüllü olduğu için kendisine hayranlık duyabiliyor. Bence bir tedavisi yok bunun. Egolarımızı frenleyebiliriz belki tecrübelerimiz arttıkça. Ama asla yok sayamayız. Hem saysak ne olacak ki, ne değişecek. Patlayan ya da örselenen bir egomuzu başka bir egoyla kapatmayacak mıyız sanki. Gençlik yıllarımızda kaslı ve diri vücudumuzla ego yaparken orta yaşımızda kariyerimizle ego yapıyoruz. İleriki yaşlarımızda tecrübelerimiz var; biz neler gördük, neler geçirdik tripleri atıyoruz. Ego her zaman bizimle birlikte. Bu lanet ve kokuşmuş huyumuzdan vazgeçemiyoruz. Zaten ayrılıkların, terk edilmişliklerin, acıtan ve kanatan yaraların tek suçlusu karşımızdaki oluyor. Suçluyoruz, egomuzu tatmin etmediği için. Ve bize yalvarmadığı, ayaklarımıza kapanmadığı için. O içimizdeki hayvan ortaya çıkıyor, kemirmeye başlıyor. Bize sorular sorduruyor saçmasapan. Cevapları yine kendi kendimize veriyoruz saçmasapan.
    Dünyanın en büyük harikası olan beynimizin mavi kıvrımlarının, yani mantığımızın önüne geçiyor egomuz. Egomuz tatmin oldukça bir müptela gibi rahatlıyor, gevşiyoruz. Ama doymak bilmiyor işte.  Daha fazla yıkım istiyor egomuz. "Karnı obur dünya" diye bir türkü var ya, ne güzel anlatmış bu kasaveti. Bu ego tatmini doya doya yaşayamadığımız an bana göre tecrübesizliklerimizin kurbanı oluyoruz. İlk sevdamızda egomuzun bizi kontrol etmesine izin veriyoruz. Canımız ondan çok yanıyor. O kabuk bağlamayan yara bu yüzden. Sonraki bozgunlarda yine aynı yaşadığımız acılarla yüz yüze gelmemek için. En şiddetli, en saygısız, en alçakça olan o ilk yıkımın bıraktığı viran köşemize sığınıyoruz. Ve köpek gibi inliyoruz. O yüzden belki ilk aşkımız hep bir yara olarak kanamaya devam ediyor. Ve...
    O iğrenç kokusu gitmiyor beş duyumuzdan İlk aşk. Kişiye göre yorumlanıyor. Kimisinin ilk aşkında masumiyet ön planda, kimisinde aldatılmışlık, kimisinde merhamet ön planda, kimisinde ihanet. Her ne olursa olsun acı veriyor işte. Ve bu acıdan nemalanıyoruz farkında olmadan. Bir süre sonra sendromlar başlıyor. O acı, bir parçamız oluyor. Yüzleşmeye korktuğumuz. Kendimize bile itiraf etmekten korktuğumuz. Ama bize, ruhumuza/bedenimize ait olmadığını hep biliyoruz. Bir parazit, asalak gibi. Hep öyle hatırlıyoruz.
    İlk aşka yüklediğimiz misyonlar üzerine çifte kavurduğumuz acılarımızı da katıyoruz sos olarak. Belki yıllarca saklıyoruz bir karanlık köşede. Bir sandık içerisinde. O karanlıklarda can çekişiyor biz üzerinde düşmediğimiz zaman. Sonra en ufak tökezlememizde ya da yalpalamamızda karşımıza çıkıyor. Ne biz ona aitiz, ne o bize ait. Ama birbirimizden besleniyoruz. Acılarımızdan besleniyoruz. İlk aşkımız ya da bir misyon yüklediğimiz herhangi bir şey bu... Çok acı veriyor. Ama acılar geçici oluyor. Aslında yeni acılar, dertler üzerini kapatıyor.
    Her yeni yıkım eski yıkımların üzerine bir set çekiyor çekmesine ama insanın her zaman müptelası olduğu bir acısı hep yaşıyor içinde. Pişmanlıklar da giriyor işin içine. O zaman da o kadar çok soru soruyoruz ki, o kadar çok cevap veriyoruz ki, iki gün önce verdiğimiz cevapları hatırlamıyoruz bile. Pek takmıyoruz da. Sonuçta hayat devam ediyor. Bok böcekleri gibi kabulleniyoruz o zaman hayatı. Hani ömrünü kendisinin bilmem kaç misli bir bok yuvarlamakla geçiren, eski Mısır'da kutsal sayılan bok böcekleri lan... Bu Mısırlılarda her bir s****i kutsal saymışlar ya, neyse. Sırtımıza bir kambur bağlamayı çok seviyoruz. Acı çekmeyi seviyoruz sanırım. İlla ki arabesk bir yönümüz var. Hayatın güçlükleriyle baş edemediğimizde o bir köşede gururumuzla mühürlediğimiz yaraya sarılıyoruz.
    Onunla besleniyoruz. Kim bilir? Belki de böyle rahat ediyoruz. Ve karşılaştığımız her yeni zorluğa gözlerimizi böyle kapatıyoruz. Görmezden geliyoruz. Kim bilir? Gelip geçiyor her acı ve sonrasındaki sorgulama. Ama delip geçiyor işte. Önemli olan bu yaşanmışlıkları bir hata olarak görmek değil de bir tecrübeye çevirmek.
    İşte o zaman iç huzuru buluyor insan. Hayatta daha bir esnek oluyor. Ayakları yere daha bir sağlam basıyor. Bunları yaşamak, sıyrılmak biraz zaman alıyor işte. Birçok defa çelişiyor insan kendisiyle. Sorular soruyor, cevaplar veriyor. Kendisiyle savaşıyor.
.... 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
;