"Şehre bakıyorduk denizden: Nevzat, Demir, bir de ben. Sisler içindeydi İstanbul... Sisler içinde deniz... Sisler içinde teknemiz. Sultanahmet'in minareleriydi görülen, Ayasofya'nın kubbesi, Topkapı Sarayı'nın kuleleri. Hiç yağmalanmamış, yıkılmamış, kirletilmemiş gibiydi şehir. Bembeyaz bir sisle örtmüştü doğa, ne varsa görüntüyü çirkinleştiren. Güneş doğmadan bir anlığına beliren bir hayal gibi... Büyülü bir bulut gibi... Bir masal imgesi gibi... Yeni kurulmuş bir kent gibi... Taze bir başlangıç gibi... Genç, umutlu, güzel...
Şehre bakıyorduk denizden... Çocukluğumuza bakıyorduk; Balat sokaklarında çığlık çığlığa... Haliç'in sularında kulaç kulaca... Komşu mahallelerin çocuklarıyla yumruk yumruğa... Papazın bahçesinden çalınan erikler, Anemas Zindanı'nda aranan hazine, Tekfur Sarayı'ndaki hayalet, Patrikhane'deki İsa Peygamber, Süleymaniye'de bayram namazı, ayazmadaki kutsal su, yatırlarda uyuyan sahabeler; denizden çıkarılan haç... Eyüp'teki mezarlar. Dar sokaklara yayılan yemek kokuları... Birbirinin külüne muhtaç komşular...
Şehre bakıyorduk denizden. Handan'a bakıyorduk... Siyah önlükler içindeki o çırpı bacaklı kıza. Bizden önce tahtaya kalkan parmak. Bir türlü bitmek bilmeyen ev ödevleri. Öğretmenin yüzümüzde patlayan tokadı. Sisler arasında kalmış anılarımız... Balat'ın dar sokaklarında yürüyen, dört mektepli çocuk... Aşkın bozamadığı dostluk... Demir'in cesareti, Nevzat'ın vicdanı, benim şiirlerim... Handan'ın güzelliği... Handan'a bakıyorduk, sisler arasından uyanan İstanbul gibi buğulu gözlerine.
Şehre bakıyorduk denizden. Nevzat'ın şiir düşkünü babasına, tarihe meraklı annesine... Güzide'ye bakıyorduk. Nevzat'ın karısına... Kızına bakıyorduk, Aysun'a... Aysun'un yarıda kalmış sevincine... Demir'in annesine deli gibi âşık babasına bakıyorduk, alzheimer hastası karısına.. Adı hüzün olan o atmacaya... İki kadeh attı mı, şahane şarkılar söyleyen babama bakıyorduk, her zaman sevecen, her zaman sevgi dolu anneme... Ve Handan'a bakıyorduk sık sık... Hepimizin âşık olduğu kıza... Benim karıma... Onun gerçekleşmemiş hayallerine... Oğlum Umut'a... Umut'un yarıda kalmış sevincine...
İstanbul'a bakıyorduk denizden: Nevzat, Demir, bir de ben. Doğanın yarattığı şiire... Günümüz insanının yarattığı garabete... Gökdelenlere bakıyorduk, şehrin kalbine çakılmış beton hançerler gibi hayasızca karşımızda dikilen... Köprülere bakıyorduk, denizin bileklerine bukağı gibi geçirilen... Boş alanlara bakıyorduk, her saat, her dakika, her an adım adım küçülen... Ormanlara bakıyorduk, ağaç ağaç, çalı çalı, çiçek çiçek talan edilen... İnsanlara bakıyorduk, fedakârlığını yitirmiş, sevincini yitirmiş, sevgisini yitirmiş, umudunu yitirmiş, onurunu yitirmiş... Kendini yitirmiş... Zavallı bir topluluk, başarıyı mutluluk zanneden...
İstanbul'a bakıyorduk denizden: Nevzat, Demir, bir de ben. Ölülerimizin yüzlerine bakıyorduk... Onların gözlerindeki kendi kederimize. Çaresizliğimize bakıyorduk, avuçlarımızda büyüyen zavallılığa, kanımızda filizlenen korkaklığa... Elimizden alınan hayata bakıyorduk... Güneşli günlerimize, umut dolu sabahlara, eğlenceli bahar akşamlarına... Sönen anılarımıza bakıyorduk, ölen hayallerimize, yıkılan düşlerimize... Sönen anılarımızı, ölen hayallerimizi, yıkılan düşlerimizi yüklenip yorgun bir şilep gibi bizden uzaklaşan şehrimize... Şehrimizle birlikte yitirdiğimiz kendimize bakıyorduk....
İstanbul'a bakıyorduk denizden. Kral Byzas'ın efsanevi ülkesine, Konstantin'in imparatorluk başkentine, II. Teodosius'un taştan bir gerdanlığı andıran surlarına, Jüstinyen'in benzersiz Ayasofyası'na, Fatih'in cihanı yönettiği Topkapı Sarayı'na, Kanuni'nin muhteşem Süleymaniye'sine... Hükümdarlara bakıyorduk, büyük komutanlara bakıyorduk, soylu vatandaşlara, kölelere, devşirmelere... Kadınlara bakıyorduk... Pulheriya'ya, Teodora'ya, Hürrem Sultan'a... Kahramanlığa bakıyorduk, korkaklığa, yaratıcılığa, yıkıcılığa, zekâya, aptallığa, şefkate, acımasızlığa... Bir şehrin görüntüsünde bütün bir insanlığın serüvenine bakıyorduk denizden.
İstanbul'a bakıyorduk denizden... Forumlara, sütunlara, heykellere, tanrılara, tapınaklara, kiliselere, camilere, saraylara, kasırlara, sarnıçlara, çeşmelere, sebillere, türbelere, medreselere, aşevlerine, kayıkhanelere, iskelelere, istasyonlara, üniversitelere, yalılara, konaklara, unutulmuş ahşap evlere, çürüyen kâgir binalara... Kıyıya inen dar patikalara, geniş bulvarlara, binaların kuşattığı çocuk parklarına... Ve aklıyla, emeğiyle, inceliğiyle bu şehri kuran ustalara... Ustaların ustasına Mimar Sinan'a...
İstanbul'a bakıyorduk denizden. Bizim İstanbulumuza, çalınmış hayallerin şehrine... Talan edilen anıların başkentine... Yağmalanmış mutlulukların payitahtına... Kırılmış umutların kalesine... Kederlerin kraliçesine... Zorbalığın ele geçirdiği güzelliğe... Sinsiliğin bayrak diktiği zarafete... Açgözlülüğün işgal ettiği berekete... Kendi kanımızı sunmaktan başka çaremiz kalmayan şehrimize; sokağımıza, bahçemize, evimize, mezarımıza...
İstanbul'a bakıyorduk denizden: Nevzat, Demir, bir de ben. Sisler içindeydi İstanbul..."
İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit (Kitap)
Biz beyaz atı olmayan çokoprens tadında adamlarız.
Hâlâ gidenleri düşündüğümüz zamanlar var.
Düşündüğümüz gerçekten gidenler mi diye düşündüğümüz zamanlar var.
Ve gitmese ne düşünürdüm diye gidişine sevindiklerimiz var.
Birinden gitmekten çok, birinin gitmesini severiz.
Bizim yerimiz belli, bizim işimiz kalmak, gitmesini bilmeyiz.
Ya bir durak gibi geçer gidersin, ya da o durağa hiç uğramazsın.
Her şeye bir çare bulunur ve her kalp ölmeden aşkı tadar. Mesele aşkı denk getirmek. Aynı anda sen ona kapılmışken o da sana kapılacak... Çoğu ilişkide bu yok, hatta çoğunda yok sanırım, çok azında var. Hepsi birbirine âşık olduğunu sanıyor. Kaybetmekten korkmalar falan... Hatta yeni bir sevgilisi olanlar ve yeni sevgilisi için ölüp bitenler… Onların adını karaktersiz koydum. Neyse onları unutalım, çok var böylesi... Aynı anda âşık olmak diye bir şey var, o anı ne zaman yakalarız bilinmez. Şu an sevgilisi olanlar düşünmeli bunu mesela, hatta sevgilisine sormalı, sonra kavga etsinler. Onlar da yalnız kalsınlar. Hepsi birbirine ‘’kendine iyi bak’’ desin. Geçen gün yine kendime iyi bakıyorum, 3 tane elma yedim. Sözünü dinliyorum.
Ahmet Batman / Soğuk Kahve
Sonradan farkına varıyorsun bazı şeylerin, üzülüyorsun kaybettiklerine, zaten elde değil ki üzülmemek. Hakkını alamamak diye bir şey var ki her gün biraz daha karşılaşıyorsun bununla. Her gün alacağın çoğalırken, bu hayattan alman gereken azalıyor. Tasarruflu sevmeye başlıyorsun. Hak etmiyor işte, hak edemez zaten. Öyle kolay değil ki bir insanın sevgisini hak etmek. Ortak yanlarınız azalıyor, senin feda ettiklerinle onunkiler arasında dağlar kadar fark var. Bazen küsüyorsun, haberi bile olmuyor. Anlamayacak kadar salak olması mümkün değil ama anlamıyor işte.
Üstat doğru söylemiş ‘’bağlanmayacaksın’’ derken...
Ahmet Batman / Soğuk Kahve
Başta kendi annem olmak üzere tüm annelerimizin Anneler Günü kutlu olsun. Özellikle annesini kaybetmiş kardeşlerimizin ve annelerinin, çocuğunu kaybetmiş annelerimizin.. Kutlu olsun derken yanlış mı dedim bilmiyorum ama diyecek söz bulamadığımdan. Bu günü sizden daha iyi anlayabilen yoktur. Ama bizim bundan çıkarmak zorunda olduğumuz ders annemizin değerini yaşarken de bilmektir. İnșallah hepimiz bu dersi geç olmadan alırız.
Tavsiye :
Bugün annenize küçük ev aleti almak yerine bir çiçek ve öpücükle çok daha anlamlı bir hediye vermiş olursunuz. Zira resimde gördüğünüz üzere annesinin elini öpemeyen kardeşlerimiz de var. Zaten küçük ev aleti alsanız anlamlı da olmaz.
Resim : Irak'ta savaşta annesini kaybeden küçük çocuk yetimhanede anne figürü çizerek annesinin sıcaklığını duymaya çalışıyor.
O gün farklıydı işte, diğer günlere benzemiyordu. Aslına bakarsan bu diğer günlerin de farklı olduğunu gösteriyordu. Eğer dünyada biri sizin için herkesten farklıysa, herkes kalmıyor etrafınızda o an. Herkes farklılaşıyor, sırf o biri yüzünden. Ve bazı yazılar çok ayrılır diğerlerinden, kime yazıldığı belli değil, bir okuyuşta anlayamazsın. Bazı insanlar o yazılar gibidir işte; ayrılır senden, bir daha bulamazsın, neden ayrıldığını bilemezsin… Hayatımıza giren o biri için gitmek yasaklanmalı ve hobi olarak bile gitmemeli…
Gelecekteki sevgiliye not: Gitmek için gelme!
Ahmet Batman/Soğuk Kahve
Hiç kimse vedalaşırken sevdiğine el sallamaz, sallanan o eller bir çağrıştır, bir haykırıştır. Umut dolu sevdanın sadece ellere yansıyan hareketleridir.
“Ayrılıklar da sevdaya dâhildir” demiş Atilla İlhan. Ne kadar da doğru söylemiş.
Eğer sevdiğinizi, ellerinizle değil beyninizle uğurladıysanız, bunun dönüşü yoktur artık. Anlarsınız bunu. Her umut içinde mücadele taşır. Eğer umut içinde mücadele taşımıyorsa, bu sevdanın artık beyinde bittiğini söyler bize.
Gitmekten korkarız. Aslında gidemeyiz, beyin buna müsaade etmez. Eğer bir gün gitmeye kalkarsak, eğer beyindeki sevda hâlâ oradaysa, gidiş-dönüş biletini birlikte alırız. Sevdalıların iki bileti olur. Gidiş ve dönüş. Dönüş biletini kullanırlar da kullanmazlar da. Aslında her gidiş bileti, aynı zamanda dönüş biletidir. Hani ünlü bir yazar “Ankara’ya gelmenin en güzel yanı İstanbul’a dönmektir” demiş ya işte yazarın İstanbul sevdası gibidir beynimizdeki yar sevdası.
Gidiş içinde hem korku hem de cesaret olan bir şeydir. Dönüşte öyle, bazen gitmek bazen de dönmek cesaret ister ve beyin her zaman cesaretli hamleler yaparak bizi ileriye doğru taşır.
Yıllar önce bir film izlemiştim, varoşlarda yetişmiş bir genç, konservatuarda okuyan zengin, kentli elit bir kıza aşık olmuştu. Kız da ona. Bu ilişkiyi ailelerine duyurmaktan korkuyorlardı ve bulundukları kentten başka bir kente gitmeye karar vermişlerdi. Kararı kız vermişti. Kız coşkuyla inatla bu kararın arkasında duruyordu. Şehirden ayrılmak için tren garına geldiler. Kız orada aile dostlarını gördü. Geçip gitse onlar kızı görmeyeceklerdi. Durdu, durdu ve onların kendisini görmesini sağladı. Görmesini sağladı çünkü duyguları git, beyni kal diyordu.
Bu, gidiyorum ama tutun beni beklentisiydi. Bu gidiyorum ama dönmek istiyorum tavrıydı. Bu sadece gidiş değil dönüş biletinin de çok önceden alındığının kanıtıydı. Haklıydı, şimdi dönmese yarın sorunlarla dönecekti. Dönüş zamanını akıllıca kısaltmıştı.
Bu gönülden sevmenin ama beyinden sevememenin göstergesiydi. Beyin böyle istiyordu. Gitme dön diyordu ona. Yapacak bir şey yoktu.
Sevdalı olduklarını sanan bu gençler gittiler ama kısa bir süre sonra döndüler.
Sevda gözlerde bitmeyen ışığın alev alev yanmasıdır. Bir heyecanın eseri değil, beyin gibi en üstün vasfımızın yarattığı eşsiz bir değerdir. Sonsuzluğu bir insanda yakalayabilmektir. Ona beyinden gözlere yansıyan sevda bitmezliği ile bakabilmektir.
Yüzü güneşe dönük Çingeneler
Gelincik şarkısını söylüyordu
Kızılca kızıldı gökyüzü
Saatlerden akşamüstü
Yüzü güneşe dönük bir kız
Kızılca gökyüzünü izliyordu
Gözlerinde sevda bitmezliğiyle
Gözlerdeki sevda bitmezliği, sevdanın zamana karşı dayandığının, daima en büyük kanıtı olmuştur.
Eğer sevda olaylara dayanabiliyorsa büyük, zamana karşı dayanabiliyorsa ölümsüzdür.